hafif zehirler üstüne

July 26, 2013 § Leave a comment

 

Hafif Zehirler

Anita Sezgener’le Hafif Zehirler üstüne
Söyleşi: Elif  Sofya

Elif Sofya: Pusu Bilici ve Taşlık’tan sonra şimdi de Hafif Zehirler… Üç kitabın da öz anlamında birbirine sıkı sıkıya bağlı, fakat üçünün de dili, söyleyişi, biçimi belirgin farklılıklara sahip. Bu ifade ediş zenginliği aynı zamanda bir risk almayı da içinde barındırıyor. Bu konuda neler söylemek istersin?

Anita Sezgener: Zor bir şey değil mi insanın kendini demesi? Paramparça bir dünyada benliğin yok oluşuyla karşı karşıya kalındığında benliğin yine belli bir parçalı yapıyla kendini kurtarma teşebbüsü diyebilmenin bir ısısı olsun.
Dediğin doğru,  üç kitap öz olarak birbirine sıkı sıkıya bağlı. Bu, şeyleri bilinçaltının korkutuculuğundan bilince çıkartmanın rahatlatıcı akışkanlığından kaynaklanıyor sanırım. Bununla beraber de bir form ihtiyacı beliriyor. Bir meseleyi kuşatıp ifade edecek dilin formunu bulma arayışı.
Bu farklı söyleyişlerin riskleri olması konusunda da haklısın ama insan yazarken bir ihtiyaç içinde olduğundan girdiği riskin de tam farkına varamıyor. Sanki gelip o ihtiyaç o belirli dili dayatıyor gibi. Ve Todorov’un bahsettiği ipleri havaya atıp yakalamaya çalışmak da var.
Deleuze ve Guattari’nin soruları hep zihnimde bir yerlerde:
 “Benlik birden fazla oluşu barındırıyor olabilir mi?”, “Bir ve aynı yazarın yazı makinesinde pek çok bileşen bulmak olanaklı mıdır?”
Yine onlara uğrayarak devam edeyim. ‘Yazan bir çoğulluk’ ise dilin kendisi, bir duygular ve duyarlılıklar zemininde problematikleşmeye ve buradan bir söyleyiş kurmaya çalıştığında benlik başka başka oluşlara uğramak zorunda kalabiliyor, kaldı da. Birbirinden farklı duyguların, duygulanışların ve düşüncelerin dili ve formu nasıl aynı olsun?
“Yazar olsa olsa anlam varsayımları, başka bir deyişle biçimler üretir ve bunların içini dünya doldurur.” diyen Barthes’dı, değil mi?
E.S: Hafif Zehirler’de, tek tek şiirlerin ötesinde, kitabın bütününe ait güçlü ve sarsıcı bir atmosfer var. Kitap nasıl bir süreçte oluştu?
A.S: Bu da Taşlık gibi ortasından açıp okunamıyor, bütünlüklü bir kurgusu var. 6-7 sene evvel kitabı bir kendiyle barışma ritüeliymişçesine yazdım. İlk taslak bittiğinde büyük bir rahatlama yaşamıştım, uzun zaman birkaç kişiye okutmak dışında durdu odalarda. Yıllar içinde ara ara çağırdı beni Hafif Zehirler, çalıştım üzerine. Sonra bir gün bünyemden çıkartmam gerektiğine ikna oldum. Bir bütünlenme çabası olarak. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş ritüeli gibiydi de aynı zamanda. Lacan’ın bilinçaltının bir dil gibi kurulduğu söylemini de anımsayarak. Çocukluğumun gözünü, duyuşunu bulmak ve bireysel tarihime sahip çıkmak olarak da okunabilir.
Yetişkinliğe ancak yazının yol verdiği bir yeniden kurguyla ulaşılabileceği duygusu vardı bende. Ama bir yandan da yetişkin olma ve olgunlaşma hep süreceğinden açık uçlu bıraktım sonunu. Çünkü sanırım ölene kadar didik-kuşları olacağız, oluş’un suyunda, Kafka yazı için bir “çıkış sorunu”dur diyor ya, işte hep çıkma halinde olan bir çıkışla.
E.S: Pek çok mitolojik gönderme, dini hikâyeler ve Kabala Hafif Zehirler’in iskeletindeki önemli ögeler. Bu unsurların seni nasıl etkilediğini merak ediyorum.
A.S: İnsanın taşıyıp durduğu ve artık tökezletecek denli ağırlaşan unsurlar acaba yazı yoluyla katlanılır olabilir mi diyordum içimden? Mitoloji, dini hikâyeler, masallar böyle girdi devreye. Bu hikâyeler arasında zikzak dokumak bir çoğulluğun örüntüsünü de getirdi kendiliğinden sanki. Dinlerin, mitolojilerin, masalların yanı sıra öğretiler de kendilerine alan açtı, böylece tek bir kimliğe bağlı kalmaktan kurtulmuş oldum.
Kabala’ya gelince, o zor bir konu, bir gün teyzem İbranice bilmeyen anlayamaz dediydi de rahatlamıştım.
Aslında bütün bu öyküler anlaşılmaz olanın bir parçası, bir yandan da onlar hayatın rengi ve yaşamı çekilir kılıyorlar. Kısa bir süre Kudüs’te kalmıştım, ağlama duvarında hep sallanarak dua ediliyor, bense hep bir mesafede durup izliyordum. Oradaki dünya yabancıydı ve bilinmezdi benim için, ürkü yeriydi.
Bu göndermeler ve öyküler, dış ve iç ürkülerden çıkabilme, dünyayı olduğu gibi kabul edebilme, ona değebilme ve mesafeyi aşabilme arzusuyla da ilişkilendirilebilir.
E.S: Hafif Zehirler’de hastalıklar da geniş yer tutuyor. Hastalıklar, semptomları, sağaltımları bir sembolleştirmeden ibaret değil sanırım.
A.S: Hastalıklar bir çeşit sözlükçe fikriyle ortaya çıktı aslında, onları ben uydurdum.
Klinik hastalıklar ve teşhislerinin o kaskatı dünyasından çıkmak, renklerini bozmak ve zehrini almak istedim.
Sürekli bize cennetsi bir dönemmiş gibi empoze edilen çocukluğun atlatılması gereken zor evrelerle dolu olduğuna bir im koymak da var. Çocuksu bir hayal gücüyle kurulan hastalıklar bunlar.
Yazının ilaç yutmaktan çok daha işlevsel olduğunu düşünüyorum. Kimyayı kesinlikle düzenleyebilir. Herkese tavsiye ederim. ‘Hafif’ zehirlenerek kurtulunabilir yani.
E.S: Aile eleştirisi, birey olma tutkusu ile iç içe yürüyor şiirlerde. Politik bir alt metin olarak “kültür” eleştirisi de belirgin. Zerzan’ın söylediği gibi; “yabancılaşmadan bağımsız ele alınamayan kültür, bir tür teselli olarak şeyleştirdiği gerçeklik için ödenen bir bedel.” Buradan bakınca, kültürel ögelerin hastalıklarla birlikte kullanımını da Anita’nın muzip bir göz kırpması olarak değerlendirebilir miyiz?
A.S: Ya harikasın Elif bu soruyu bu şekilde ancak sen sorabilirsin. Saptamaların müthiş. Cevaplaması da oldukça zor. Ailenin yüreklendirici, yapıcı ve onarıcı bir yer olmasını dilerdim. Son zamanlarda ‘normalia’ ya çalışıyorum, orada tek cümlelik bir bölüm var: “AİLE TEHLİKELİDİR.”
Sanırım bu kültür denen ‘bedel’in içinde hastalanmadan, kendine dona kalmadan, dışarıya zorlanmayarak ve baskılanmadan yaşamak çok zor. O yüzden yazı nefes borumuz. Ama burada yine de büyük bir paradoks var, yazı kültürün en leziz ve  kritik parçası çünkü.
E.S: Taşlık’ta ses kullanımı daha tekil, tek başına ve ağırlıklıydı. Hafif Zehirler’de ise kitabın bütününe iyice yedirilmiş çok sesli bir yapı var. Yavaşlayan, hızlanan, birbirini kesen, birbirinin içinde eriyen pek çok metinsel ritimle örülmüş bir kitap bu. Şiirlerindeki ses dokusunu açar mısın?
A.S: Aslında ses dokusunu nasıl anlatmak gerekir tam bilemiyorum. Alirik olana  düşkünlüğüm var. Kırılmalar, kırmalar, ses düşürmeler… Pusu Bilici’deki “tonal ile atonal arasındaki salınım” ve taşlık’taki atonal requiemsi hal, hafif zehirler’de yerini
balada bırakıyor mu desek acaba?
Şiirlerde ritmin yanı sıra, onunla beraber işleyen “ritmik form”dan da bahsedebiliriz. Taşlık’ta çizikler, bloklar ve bölgeler halinde, Hafif Zehirler’de yataylık getiren düzyazı şiir şeklinde.
Sesleri yapılarla anlatmaya çalışırsam, taşlık’taki sert yapı burada yok, Pusu Bilici’deki çiçek toplayıcılığı da; onun yerine gündüz uzunluğunun belirli bir sınırın altına düşmesi halinde çiçek açmayan uzun gündüz bitkileri var ya onları şiirle kandırıp açtırmak var.
E.S: Şiirlerindeki dil, söyleyişi yeniden üreten, yeniden yıkan, çoğu zaman dağıtıp bırakan pek çok farklılık taşıyor. Taşlık’ta bu çok daha belirgin bir bütünlükte ortaya çıktı. Bunu çok önemsediğimi, hayranlıkla takip ettiğimi söylemek isterim. Dil ile ilişkine ilişkin söyleyeceklerin neler?
A.S: Taşlık’ın dilini oluştururken Kristeva’dan çok beslendim. Dilin babayla hayatımıza girdiğini söyleyen Lacan’a Kristeva’nın itirazı var. Babanın gelmesinden ve sembolik’in babayla düzenlenmesinden çok önce anneyle çocuk arasında kurulan semiyotik ilişkiden bahseden Kristeva şiirsel dilin de o alanın ürünü olduğunu söylüyor. O dili kurucu dil yapmaktan: kesintili, şiirsel ve bedenin ritmiyle örülü bir dil.
Buradan bakarsak; bir taş düşürme jestinin dildeki karşılığı denebilir belki Taşlık için. Hatta kaygan taşta kayıp düşme riski de vardı, sancılıydı. Bedeni ihmal etmeyen bir jest gibi. Dizin kıkırdaması gibi. Dilin ayaklanabilmesi ve dizin acı çekmemesi için de tutturulan bir ‘ritmik form’a duyulan ihtiyaç…
Dilin kritik saflığı şiir bence ve şiirin anlatma zorunluluğu var mıdır sorusunu Northrop Frye’a soracak olsak, “edebiyat yapıtı, gündelik konuşmalarımızda sık sık yaptığımız gibi,  “dünya”yla bir gönderge ilişkisi kurmaz, kendinden başka hiçbir şeyi ‘temsil etmek’ işlevi yoktur”, diyecek.
Dili konuşurken zamansallık da önemli, şimdiye çağrılmış geçmemiş bir geçmiş söz konusudur ya çoğu zaman, dil ve rüyalar onu çağırmanın en temel araçları bence.
Ve bizler dilin sahibi filan değiliz, onu sadece niyetlerimiz için eğip bükebiliriz.
Son olarak, “şiir, dilin hafızasıdır, şiir kaybolursa dil de yok olur.” diyen Jacques Robaud’yu selamlıyorum. “Şiir, dediği şeyi diyerek demektedir”, diyen de oydu.
E.S: Yıllardır feminist çizgide yer alan kültür sanat edebiyat fanzini “Cin Ayşe”yi çıkarıyorsun. Kadınlarla ilgili pek çok çalışmanın içinde yer aldın. Şiirlerinde kadın dili belirgin olsa da propagandist bir ifadeye yer vermedin. Bu ayırımı yapmanın nedenleri var mı?
A.S: Kadınlara pozitif ayrımcılık uygulayan bir görünürlük projesi Cin Ayşe. Ve hayatımdaki yeri çok büyük ve varoluşsal. Hiçbir zaman şiirin propaganda malzemesi olarak kullanılmasından yana olmadım ve iyi ki de sen bu güzel soruyu sordun. Şöyle bir ayrımı gözetiyorum gerçekten: Şiirin slogana malzeme olması değil de bir kadın dilinin kurulup kurulamayacağının araştırılması.
Harika soruların için çok teşekkürler. Şairlerin birbirlerinden pek hoşlanmadığı bu şiir aleminde bizim yürüdüğümüz bu patika pek bi çiçeklidir, ne çok sevinirim anlatamam.
E.S: Ben de çok teşekkür ederim Anita, varlığın için.

bu söyleşi, ilk olarak kitap-lık dergisinin 166. sayısında (mart-nisan 2013) yer almıştır.

Asimetrik ve Atipik Bir Dünyadan Seslenen Şiir

July 26, 2013 § Leave a comment

Mehmet Akif Ertaş

Dili, inşa edilen atipik söylemin hem aracı, hem de amacı olarak görmek ve kullanmak, dili de söylem gibi atipikleştirmek yolunda ilerleyen bir imza; hem dilin, hem de söylemin tipikleşme ve dolayısıyla stereotipleşme zaafına düşmesine engel olabilir mi?

Bu soruya Anita Sezgener, Yasakmeyve Yayınları’ndan 2011’de çıkardığı ikinci kitabı “Taşlık” aracılığıyla “neden olmasın?” karşılığını vermiştir.

Sezgener; atipik dilin ve söylemin kendine özgü dünyaları olduğunu, bu dünyaları; tipik, tipikleşen ve tipikleştirilen dillerin ve söylemlerin dünyalarıyla çözmenin mümkün olamayacağını bildiği için karşılığına iddia yükleyebilmiştir.

Atipik dilin ve söylemin dünyasına Sezgener, gökten zembille düşmemiştir. Onu bu noktaya; tipikliğinden, tipikleşmesinden ve tipikleştirilmesinden rahatsızlık duyduğu dünya götürmüştür

Bu dünyada koşmayan, dura dinlene ilerleyen Sezgener gerçekleştirdiği arkeoloji sayesinde zeminin aslında atipik dil ve söylemle oluşturulduğunu, tipik dilin ve söylemin zamanla atipik dil ve söylem üzerinde tahakkümünü ilan ederek kendi dili ve söylemi dışındakileri hasıraltı ettiğini gözlemlemiştir.

Arkeoloji sırasında dilin ve söylemin yaşadığı simetri ve asimetri gelgitine de şahit olan Sezgener, atipik olduğu için doğal olarak asimetriyi de dışlamayan bir dilin ve söylemin varlığı üzerinde dirsek çürütmüştür.

Asimetrik olanı da simetrinin içinden çekip çıkarmayan Sezgener’in bu kavramlarla meşguliyeti onda bu tür denemelere kalkışan birçok çağdaşı gibi Bohemya hedonizmi var etmemiştir. Bu kavramların “gerçek” anlamda toplumsallığını yaşayan alandaki karşılıkları onu daha fazla ilgilendirmiştir.

Okuruna sinematografik bir atmosferden seslenen Sezgener’in dizeleri “Yeni Dalga” ve “Yeni Gerçeklik” gibi akımlardan beslendiği için, atipik tipiğin simetri ise asimetriğin paçalarına tutunmadan kendi öz varlıklarını duyurabilmişlerdir.

Sinematografik atmosfer teatral olmayı umursarken dizeler trajedi diskuru çekmemeye, atipik ve asimetrik dil ve söylem estetize edildiği için  özen göstermişlerdir.

Sezgener’in estetiği atipik ve asimetrik kodlarla çözüldüğü için, trajedi diskuru çekmesine izin verilmeyen dil ve söylem, bir köşede monolog süreci yaşamaya terk edilmemiştir.

Dizelere sinen atonal tını, tonal ritmin kökenine inebildiği için, stüdyoyu değil, bizzat sokağı, sokağın “gerçek” anlamdaki gürültüsünü daha doğrusu kaosunu okurun yüz hatlarına derin izler bırakmayı ihmal etmeden çizmiştir.

“Cin Ayşe” adını verdiği fanzinini altıncı sayısına ulaştıran bir “kadın” imza olarak Sezgener, “kadın”ın da atipik ve asimetrik dil ve söylem gibi kendisine özgü bir dünyasının olduğunun bilinciyle, dilin aynı zamanda dişil kulvarını keşfe gayret ederken cinsiyetçi bir anlatıma itibar etmek zorunda kalmamıştır.

Sezgener’in keşfettiği dişil kulvar, cinsiyetçilik dışında, Avrupa merkezciliğe, Avrupa merkezciliğin yapışık tuhaf ikizleri Oryantalizm ve Oksidentalizm’e de kapalıdır. “Bura”lı olmayı dünyalı olmakla açıklayan Sezgener, nasıl ve niçin “yerli” kalındığının ipuçlarını da atipik ve asimetrik dil ve söylem refakatinde bulduğu için dünyadaki “burası”nın fotoğrafını çekerken vizörüne gölge düşmemiştir.

“Taşlık”, okurunu, atipik ve asimetrik  dilin ve söylemin dünyasına, görecelilikle sonu gelmeyecek bir hesaplaşma dönemi başlatmak için buyur eden bir çalışma olduğunu da ima etmektedir.

Bu yolu neredeyse yarılayan okurun artık, göreceliliğin hizmetkârlığına soyunarak, inatla, ısrarla, tipik ve simetrik hezeyanlar yaşamak gibi bir lüksü, neden olsun?

karayazı dergisi, sayı: 16

Click to access karayazc4b1-16.pdf

ses çıkarma kararlılığı

July 26, 2013 § Leave a comment

150232_0

NECMİYE ALPAY

Ses çıkarma kararlılığı (13.10.2011 tarihli Milliyet Kitap)
Yalnızca kadınların yazdığı, feminist bir kültür sanat edebiyat dergisi… Bu talep hep dile getirilir; bazen “yapın da görelim” tonunda bir meydan okuma olarak, bazen de daha gerçek bir zihinsel ihtiyaçla. Böyle bir dergi 2008 kışından beri çıkıyor aslında. Adı “Cin Ayşe”, editörü Anita Sezgener.
Logosu çocuksu olduğundan, kapağın bütününe dikkat etmediğinizde çocuk dergisi sanabiliyorsunuz “Cin Ayşe”yi. Gerçekte Cin Ali egemenliğine yöneltilen isabetli bir polemiktir bu logo.
“Cin Ayşe” iyi dosyalar hazırlıyor. Modern zamanlar Avrupa’sında adı ‘avangard’a ya da ‘devrimci’ye çıkmış edebiyat ve sanat akımlarının bile kadınlara sırtını dönmek konusunda gelenekçileri aratmamış olduğunu ortaya koyan dosyalar bunlar: Dada; Beden; Beat Kuşağı Kadınları; Delilik, Sanat ve Art Brut Kadınları… Kısacası “Cin Ayşe”, cinsiyetçiliğe karşı kürek çeken bir dergi. Ben dergi diyorum ama, adresinde “fanzin” diye yazılı. İlk sayılar “seçki”, son iki sayı “fanzin”.
Anita Sezgener aynı zamanda önemli bir şair. İlk kitabı Pusu Bilici, “Cin Ayşe”nin ilk sayısıyla aynı yıl çıkmış: 2008. Sezgener elbette şiirinde de cinsiyetçiliğe karşı durmanın yollarını arıyor. İlk kitabıyla ilgili bir söyleşide “mandal şiirler” yazmak istediğini söylüyordu: Evlerin içini kamusal olanla bitiştiren mandal şiirler.
Şiirlerin kendisi her zaman şairin bu açıklaması kadar söylemsel değil kuşkusuz. Özellikle de yeni kitabı Taşlık’ta deneysellik dozu hayli yüksek. İlk kitaptaki şiirler teknik açıdan daha alışılmış/ uzlaşımsal türdendi. Taşlık ise gerçek bir sıçrama oluşturuyor.
Bu sıçramada görsellik ön planda: Sayfalar çift sütunlu, arabaşlıklar koyulu açıklı. Şiirlerle yakınlık kurabilmek için, çeşitlenen harf boylarını, resimleşen yazı yerleşimlerini, hatta bazen harf dışı malzemeleri ve boşlukları okumaya hazır olmalıyız. Okurdan kesintisiz bir görsel dikkat talep eden şiir kitaplarından Taşlık.
Kitabın yapısı karışıktan çok, karmaşık. Şiirler sayılı günlere ayrılmış: Sırayla adlandırılan 40 gün. Bir karantinadan söz ediliyor. Yer olarak ise, “bölge”lerin, “ara bölge”lerin, kamp yerlerinin, “Slav yeri”nin, Filistin’in adı geçiyor. Aralarda “yaralı bilinç” gibi, “nesne ilişkileri kuramı” gibi dolaysız akıl ürünleri de karşımıza çıkmakla birlikte, ön planda “abluka”, “beyazfosfor”un mahvettiği kuşlar ve çocuklar var. “27. gün”de ise, “tarihin kusması…/ dil karantinada”.
Taşlık’taki şiirler bize pek çok ses duyuruyor. Bu çaba ilk kitap Pusu Bilici’de de dikkat çekmekle birlikte, oradaki daha çok mecazi anlamıyladır. Kitap çok daha hafif adımlarla, hatta “sessiz şiirler”le yürür, ikinci bölümün adı bile “sessiz şiirler”dir. Taşlık’ta ise her iki anlamıyla da ses çıkarma çabası hissettirilmektedir bize. Kitabın hemen girişinde karşılaştığımız yazıt, bir yandan “taşlık” sözcüğünü yürürlüğe sokarken, bir yandan da ses çıkarma kararlılığını bildirmektedir:

suskunu taşlık yerde
toz kapar
!

Toz kapmak ya da tozun kapaması, suskunların tarih boyu başına gelendir. Bundan olmalı, Taşlık’ta yer yer, herhangi bir sözcüğe ya da bildik bir ünleme dönüşmemiş sesler okuyoruz.
Ses artışı bir çoğulluk duygusuyla birlikte geliyor. Bunda bazı sözcüklerdeki ses oynamalarının da katkısı var: “Kavka’nın Paltosu” sözünde Kafka ile kavka kuşu karışıyor, R’lerin Y’leştiği yerler çocukları, “r’leri yutuk kadın”ları sahneye çıkarıyor.
Taşlık’ı okurken, modern şiirin görsel dikkat isteyen büyük ataları kadar, Sezgener’in ağırlık verdiği düşünürlerden Hélène Cixous’un “dişil yazı (écriture féminine)” çağrısını ve Julia Kristeva’nın “göstergesel malzeme”sini düşünmek hem meşrudur, hem de yararlı. Ama Sezgener’in şiiri bazen “düzünü anlamayana” tersinden seslenecek kadar da dolaysızdır (alıntıda dizgi hatası yok -s. 48):

EZZAG’den/ ITAB AİREŞ’dan/ çıkkkkkkkkkkkk!

http://necmiyealpay.blogspot.com/p/siir-yazlar-ii-milliyet-kitap.html

şiir bize ‘şifa’dır

July 26, 2013 § Leave a comment

foto?raf-3                                      resimleyen: Eser Ege Güray

ASUMAN SUSAM

Şiir Bize ‘Şifa’dır

Şiir ne işe yarar sorusuna afili yanıtlar arar dururuz ya çoğu zaman. Bu gereksiz. Bir şiir gelir bir gün, evet, buydu ve ben bunu unutmuşum, dedirtir. Şiir iyileştiricidir ve iyiliktir; ışıktır, ışığa doğrudur. Ölümün değil, hayatın istikametindedir çünkü şiir. Hafif Zehirler bana bunu hatırlattı. pusu bilici ve taşlık’tan sonra  Anita Sezgener’in üçüncü kitabı. Planktonlar ve ev, rakamlar verev, sulardan iniş, küçük harfler ülkesinde büyük harf ve iskele bölümleriyle tek bir yolculuğun beş küçük durağıyla bize soluk aldırarak kurulmuş bir kitap bu. Baba, anne, abla ve kardeş için… Hem netameli bir kavram olan aile hem bir erginlenme yolculuğu; hem bir olma, fark etme, fark edilme; bilme,bildirme… hem bir bilgenin içine kaçmış küçük kız, hem küçük kızın canına sığmaya çalışan, ağzından taşan bilge senkronik bir yolculuğa çıkartırlar bizi. Hayatın köklerine doğru dikey bir yolculuktur bu anlamaya dair, ama yalın sıcak ve mütevazı söz yatay bir ses ırmağı olarak kurmuştur kendini. Debisi değişen bir nehrin  yaşam enerjisinin gücü, şaşırtıcı bir seyre dönüştürür akışı. Hayatın kaynağına animaya doğru bir yolculuk…dişi bilgenin konuştuğu… doğurgan, yüzü hayata, canlılığa dönük, iyilikçi, iyileştirici… Karanlık burada korkutucu değil, gölgeler de öyle…

Rüya gibi şiir de bu arketipsel karnavalda animaya gidiş, personanın, gölgenin kavranması, ele geçirilmesi ve özgürleşmesi için sağıltıcı bir görev üstleniyor. Modernist analistin insanı özden uzaklaştıran, pozitivist, rasyonalist, analitik aklına karşı doğaya açılan, doğanın ve doğallığın eşlik ettiği gölgeler ormanında yapılan bu yürüyüşte özneyi de okuru da hayatın ve zamanın dingin gölüne çıkartma işini şiir üstleniyor. Bu şiirlerle önce kolektif bilinçdışına gölgelerle yolculuğa ikna ve davet  eder  bizi şair. Sonra ruhsal keşif ve idrak süreci başlar. Şair bir şifacı, bilici, büyücü ya da küçük kız çocuğu görünümleriyle söze eşlik eder. Tıpkı rüya gibi şiir burada oluşun, olma yoluculuğunun aracısına dönüşür.

Kadın, çocukluk, aile, baba, aşk, yalnızlık gibi çok sıradan, hepimizin hayatlarına şöyle ya da böyle dokunmuş kavramlara kendi dilinden hayat vermeye çalışır Sezgener. Bunu  mekanın poetikasının içinden olduğu kadar düşlemenin poetikasının içinden yapmayı da dener.  Özellikle çocukluk, bellek ve arketiplere dair göndermeler, bu poetik kurguyu kitap boyunca besler. Evet, şimdinin içinden şimdiyle bağını, bağlamını koparmayan bir şiirdir bu; ancak esinini, metafizik gücünü geçmişteki şimdinin içinden alır. O nedenle bir erginlenme töreni gibi de alımlanabilir, okuru bir erginlenme ritine davet olarak da okunabilir.

Köklere kadar gidiş ve köklerden kopuş paradoksunu kendisine itici bir güç yapar şiir. Özgürlük, özgürleşme meselesi modern insanın salt görünür, Weberyen kuşatılmışlığına itiraz anlamını taşımaz burada. İnsanın elini kolunu bağlayan, içerden gelen karanlıkla, gölgelerle yaptığı özgürlük mücadelesine de dikkat çeker. Aslında problematiğini asıl buradan kurar. Burada yakalanabilecek özün gürlüğünün dışarıyla, insanın  güçsüzlüğünün gücüyle yaptığı, yapageldiği mücadeleye dair de bir idraki söyler. Bunun görülmesini ister.Kuvvetten Kaçınmak şiiri bunu söyler:İnsanlar doğduklarında zayıf ve yumuşaktırlar. / Öldükleri zaman sağlam ve kuvvetli olurlar./ Bitki ve ağaçlar meydana geldikleri zaman zayıf ve gevrektir./ Kurudukları zaman sert ve kavi olurlar. Böylece, sağlam ve kuvvetli olanlar ölüme doğru gider./ Yumuşak ve zayıf olanlar hayatı takip ederler. …

Musevilikten, Talmud’dan, Cabala’dan  taşınan izler ilginçtir. Bunlar, hem kültürcülükten hem kültürel öğelerin biçimci, eklektik yapılarından uzak durmayı başararak kitapta yer alırlar. Üstelik hem kökleri işaret edip hem de köklerden – muhafazakar ve gelenekçi yanlarını reddederek- kopuşu anlatmanın bir yolu olarak;  hem aşkın hem içkin birer metafor olarak  yer alırlar kitapta.

Bu şiirler feminist kuram bağlamında da kurduğu söylemle üzerinde durulmaya değerdir. Cin Ayşe Fanzin’ini de çıkaran Anita Sezgener feminist hareketin dikkatli takipçilerinden biridir aynı zamanda. Bizde ithal düşünceler ve kuramlar üzerinden boy veren kavramsallaştırmalar, yanlış okumalar ve dolayısıyla gelişen yanlış bilinç hem beklenti hem eleştiri düzleminde yazan kadınlara dair son derece problemlidir. Yazanların kalem oynatmalarında  da böyledir bu. Bu açıdan Hafif Zehirler dil ve cinsiyet ilişkisinin poetiğin alanını örselemeden nasıl başarılı kullanılacağının ve politik olunabileceğinin de sağlıklı bir örneğini vermektedir. Politikasını üretirken ideolojinin tuzaklarından uzak durmayı, kendini korumayı başarmış bir ses doğaldır ki günübirliğin sesinden çok ve uzun yaşayacaktır.

Melek kondu hastalığı, alakarga oburluğu, peri hastalığı, gelincikleme, günuykusu  gibi hastalıklarla ilgili bir sözlükçe de dikkat çekicidir. Hastalıklar çağın, insan aklının ileri icatlarının sonucu  doğan felaketleridir. Hafif Zehirler’de bu bölümler oyunsu bir yapıda ironik bir dille dururlar. Bize hatırlattıklarıysa: Canlı olma özelliğini taşıyorsak hasta olmaktan belki kaçamayız, zehir etkisi olan şeylerden alınan hafif dozlarsa bizi iyileştirebilir.

Hafif Zehirler için bir erginlenme riti olarak da okunabilir saptaması aslında bu şiirlerin organik yapısına dair de ipuçlarını veriri. Bu şiirler bir dışarı atılma, doğurma, doğma ya da olma hallerinin tüm duyuşsal çağrışımlarını taşır. O nedenle de birbirinin devamı, yatay, birbirine kenetlenmiş bir seyir izlerler. Şairin içi, özü, arayışına dair mecrası diğer şiirlerinden kopuk değildir, ama öncekilere de benzememektedir. Bu kendini olduran bir şair için hem bir tehlike hem bir olanak olarak görülebilir. Bunun yanıtı Anita’nın sonraki yapıtlarıyla netleşecek bir şeydir. Şimdi okuru için bir merak noktası, bir soru işareti olarak durmaktadır.

Dille meselesi derin olan, bunu ciddi biçimde dert edinmiş bir şair Sezgener. Mitler, masallar, dini hikayeler, arketipler… ile kurduğu kozmos bizi modern dünyanın hapisanesi olan dile karşı ciddi bir eleştirellik takınmaya davet eder. Bunu apaçık yapmaz. Tıpkı cinsiyet eleştirisinin gizlendiği satır araları gibi… kültür ve doğaya dair kötü aklın eleştirisini yaptığı gibi…  Köklerle ilgili söylediğimizi burada başka bir biçimde yeniden dile getirmek gerekirse Anita için şiir modern aklın kurumsallaştırdığı dilden çok önce gelir. O yüzden şiir kadim zamanlardan bize kalan şifadır. Hafif Zehirler bize şifa’dır.

Kuşlarla beraber yaşadığımızı unutuyoruz/isterlerse bizi kovarlar/ isterlerse evlerin sigortalarını indirebilirler./isterlerse belediye başkanını başbakanı/ cumhurbaşkanının tanımazlar/ isterlerse vatandaşlık kartıyla akıl/ arasında seçim yapabilirler./ onları hafife almayın!

http://kitap.radikal.com.tr/Makale/siir-bize-sifadir-360709

Where Am I?

You are currently viewing the archives for July, 2013 at anitasezgener.